18 Mayıs 2010 Salı
Mehmet Akif Ersoy'un Kabri
İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif Ersoy, 26-27 Aralık 1936 gecesi vefat etmiş ve ertesi gün Bayezit Camiinde kılınan cenaze namazını müteakip, vasiyeti üzerine Edirnekapı kabristanında Baban-zade Ahmed Naim Bey'in kabri yanına defnedilmiştir.
Midhat Cemal Kuntay'ın Mehmed Akif Bey'le ilgili eserinden öğrendiğimize göre, İstiklal Marşı şairimizin tabutu Bayezit Camiine çıplak getirilmiş; ancak, kadir-şinas üniversite gençliği Akif'in tabutunu "al-sancakla siyah Kabe örtüsüne" sarıp eller üzerinde Edirnekapı'ya kadar götürerek onu "İstaiklal Marşı" ile vatan toprağına gömmüşlerdir!
Remi makmaların, bu arada üniversite idarecilerinin, basının ve kültür çalışmaları gayesiyle kurulduğu yazılıp söylenen halkevlerinin İstiklal Marşı şairimizin cenazesinde gösterdikleri lakaydi, Akif'in vefatından sonra da devam etmiş ve bir toprak yığını halinde kalan Mehmed Akif Bey'in kabrini, vefatının yıl dönümü dolayısıyla ziyarete giden üniversiteli gençler, ancak mezarcının yardımıyla bulabilmişlerdir!
Millete hediye edip, "O benim değil milletimin malıdır" diyerek Safaha'tına almadığı İstiklal Marşı'nı her gün okuduğumuz Akif'in kabrini bir mezarcının yardımıyla bulabilmek, o yıllarda bütünüyle milli şuura sahip üniversite gençliğine pek giran gelmiş ve hemen harekete geçen bu temiz, tertemiz memleket evlatları, harçlıklarından artırabildikleri üç-beş kuruşla hemen bir broşür hazırlayıp yayınlamışlardır. 1938 yılının ilk aylarında yayınlanan, kuşe kağıda basılmış on altı sayfalık broşüre o devirde "bir lira" gibi pek yüksek bir fiyat konmuş ve gençler bu broşürün geliriyle Akif'e mütevazi bir kabir yaptırmaya teşebbüs etmişlerdir!
Kapak klişesini sayfalarımızda gördüğümüz bu broşür içindeki on makale tamamen üniversiteli gençler tarafından hazırlanmış ve kadir-şinas gençlik, broşürün "önsözü"nde gayretlerini şu samimi satırlarla anlatmışlardır:
"Okuyucu, bu küçük broşüre Akif'in genç duygularla yapılmış bir mezarı diyebilirsin. Duyduk, düşündük ve kadir-şinas Türk gençliğinin hissiyatını bu küçük broşürde topladık. Böylece Akif, kendi mezarını yine kendi yapmış oluyor; çünkü, biz bir vasıta olmaktan başka bir şey değiliz. Broşüre imza koyanların başka bir iddiası yoktur. Onlar sadece kalplerdeki Akif sevgisini tazelemek ve ona sevgilerden yapılmış bir mezar meydana getirmeyi düşündüler. Okuyanlar, içinde Akif'in sesini duyacak ve sevgisini bulacaklardır."
"Bu broşürün içinde okuyacağınız yazıların yegane ve bir ağızdan ifadesi sadece, Mehmed Akif, taşsız bir avuç toprak altında yatıyor. Ona vaadimiz olan mermer taşı dikelim!'dir. İş başına arkadaşlar! Damla damla göl olur. Mermer makberinin önünde toplanacağımız ve bir minnet ve şükran vazifesini başaracağımız güne hazırlanalım."
Gençlik, bu acı feryattan sonra Akif'in mermer kabri önünde toplanabilmek için uzun müddet beklemedi! Memleketimizin en eski, köklü ve güçlü talebe cemiyeti olan Milli Türk Talebe Birliği'nden feyz almış kadir-şinas gençliğin, Akif'in kabri mevzuundakibu derin hassasiyeti, bir müddet sonra, her nasılsa devrin Maarif Vekaletini de ilgilendirmiş ve mezar başında İstiklal Marşı'mızın ilk kıtası yazılı olan Mehmet Akif Bey'in kabrinin temeli Akif'in vefatının ikinci yıldönümünde yine üniversite gençliği tarafından atılmıştır!
Vasiyeti üzerine Baban-zade Ahmed Naim Bey'in yanına gömülen Akif'in kabri, 23 Mayıs 1962'de buradan kaldırılarak, yine Edirnekapı'da bulunan şehitliğe nakledilmiştir. Bu nakil dolayısıyla, o gün saat 15'te dini ve askeri büyük bir merasim düzenlenmiş ve şehitlikte Akif'in kabrinin bulunduğu bugünkü pek bakımlı mahall'e "Mehmed Akif Ersoy Meydanı" adı verilmiş ki, bu meydan, Çanakkale savaşında yaralanan ve tedavi için İstanbul hastanelerine nakledilip burada vefat eden gazilerimizin kabirleriyle kuşatılmıştır.
Mehmet Akif Bey'i bugün bu vesile ile rahmetle anarken, onun hakkında söylenmiş nefis bir sözü bir daha tekrarlayalım:
"Akif inandı, dönmedi ve öyle öldü!"
Mehmet Akif Ersoy'un Son Röportajı
İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy'la vefatından önce yapılan son röportajı . İşte o röportaj!
1 Temmuz 1936 yılında Yedigün dergisi adına muhabir –yazar Kandemir bey Taksim`deki Mısır apartmanında hasta yatağında yatan M.Akif Ersoy’u ile röportaj yapmak için merdivenlerden çıkarken M.Akif ile vefatından önceki son röportajı yapacağını bilmez.
Netpano 69 yıl sonra bu röportajı arşivlerden bulup sizin için tekrar gün yüzene çıkartık.
Türk Edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu.Fakat İstiklal Marşı’nın milli his,milli heyecan ve milli şiir yaratan bu büyük şairi akif yurda hasta döndü.Şimdi hastanede tedavi altındadır.Yedigün muharriri Akif’le konuştu.Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını,intibalarını topladı.
Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda,işte bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun,mecalsiz ve bitap yatıyor.Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze,bu gevşemiş,şarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum
-Özledin mi bizi üstat ?
dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile,bu zehir gibi gülümseyişiyle her şeyi söylemiş olurdu.
Özlemek mi oğlum..Özlemek mi ?
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu;
Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece otuz asır kadar uzun sürdü..Orada on bir yıl kaldım ..fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım…
-Hasret
Kupkuru dudaklarında kendi gibi solgun bir ses sızıyor;
-….Çok acı…
-
Ya kavuşmanın sevinci ?
-Onu sorma oğlum…Onu ben kendi kendime bile soramıyorum..ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm.hiç bir şey göremedim.
-Ve kendi kendine söylüyor;
-Cennet gibi yurdumdayım ya..Çok şükür.
Hastalığı akla geliyor;
Karaciğerim, dalağım şişmiş..geldik, yattık burada .Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
Eski hatıralarını deşiyorum.Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımız hatırlıyorum.
Evet diyor.İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım.Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, oradan’Cuma’yı tuttuk.O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarında geçtik, kah öküz arabalarıyla, kah beygirlerle lefke’ye geldik ve trenle Ankaraya ulaştık..
Ankara Yarabbi ne heyecanlı gün..Ya Sakarya günleri..fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydi ? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz..Fakat imanımız büyüktü’
Yorgun ,susuyor..
-İstiklal marşı`nı nasıl yazdınız ?
Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor;
-Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!...
Bu ümitle, imanla yazılır.O zamanı düşünün..İmanım olmasaydı yazabilir miydim.zaten ben,başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez.İçimde ne varsa,bütün duygularım yazılarımdadır..Şu var ki’İstiklal Marşı`nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihi bir değeri vardır’
Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.
Kim bilir belki yarın,belki yarından da yakın
-Ya büyük zafer üstadım..O anda ne duydunuz ?
Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek;
-Ah diyor;
Ve bir lahza bırakıyor kendini bu essiz sevincin koynuna..Dalıyor
Ve ,sesini ta içiten dudaklarına dökülüşünü seziyorum;
-Allahım ne muazzam zaferdi o’ ortalık hercümerç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu.
Tekrar gözlerini yumuyor.
-ve biz mest olduk !...
-O zaman bir şey yazmadınız mı ?
-Artık benim ne düşünecek,ne duyacak,ne yazacak hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu.Ordu, bizzat yazıyordu.
Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir birde fasıla veriyorlar.Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor,şimdi ,o ağır ağrı çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor;
-Mısırda nasıl vakit geçirdiniz ?
-Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bi köşedir. Orada oturdum.
Zaten,tab’an münzevi bir adamım.gürültüyü sevmem.İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da darülfunun işi çıkıncaya kadar Helvan ‘da yaşadım.son zamanlarda kahireye indim.
-Sevdiniz mi mısır’ı ?
-Var güzel tarafları var.. Bilhassa kışın..hoş yazın da sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım.Orada sıcak da sürekli değişir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz..fakat bir yaz günü İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm ,büyün dostlarımın yaşadıkları İstanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…
-Mısır’da neler yazdınız ?
Geçmişten adam hisse kaparmış..Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi ?
Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi ?
Ve üstadın Helvan’sa yazdığı
‘Firavunla Yüz Yüze’s,nden şu son parçayı alıyorum;
Bileydim,ey koca Mısır’ın ilahi uryanı!
Mezara, heykele ait bütün bu velveleler
Bekan için mi hakikat ? Meramın oysa, heder;
Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli
Fakat bu hakı ne taştan, ne leşten istemeli!
-Kolay mı yazarsınız ?
dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek;
-hayır..diyor
Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor;
-Çok uğraşırım..Epeyi çalışırım..Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim..nihayet kağıt üzerine naklederken de hayli yorulurum..
-Zevklerimizi sorabilir miyim üstadım ?
Hafifçe gülümsüyor.ve ‘ zevk’ diye dünyada bir şey var mı der gibi yüzüme bakıyor;
-Zevk mi.Benim zevklerim mi ? eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse..eh benim de zevklerim var demektir.
Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor.;
Siz yorulmayın..ben vereyim.
-Yiyemeyeceğim..
-Bir parça sütlaç..
-Mümkün değil..Rica ederim ısrar etmeyin..
ve bana dönüyor.
Eskiden beri yemekle başım hoş değildir..Sigara da içmem..
Şimdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar..zorla ne olur ki, yemek yenebilsin.
Tekrar yatağına geçince, ben de vedaya hazırlanıyorum.ve ayak üstünde soruyorum:
-Neler yazacaksınız?
-biraz kendime gelirsem,yazacak şeylerim hazır..
eliyle birkaç defa başına vuruyor.
-Var kafamda hazırlanmış mevzularım
-Ya en son yazınız ?
-Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi gölgem de upuzun,kumlarda duruyordu.Bu resmin altına şöyle yazmıştım;
Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak
Ve kupkuru kalın dudaklar birbirine yapışıyor
Mehmet Akif'in Hastalığı
M. Akif Mısır Hilvandaki hayatını “inziva ve itikaf” diye adlandıran Akif, iç dünyasını zenginleştiren bu yalnızlığından razıydı, mutluydu ve memnundu. Daha çok genç kuşakları yüreklendiren vurgularla, hamaset ve sosyal ağırlıklı dizeler Anavatanda yazılmıştı. Manevi yükselişle birlikte iç dünyasını sorgulayan tasavvufi şiirleri ise Nil kıyılarında ve El-Ezher avlusunda kaleme aldı. Kıpti ve Nobyan gençlere Mısır Üniversitesinde Türkçe öğretmek ve Türk edebiyatı dersi vermek için düzenli olarak, haftada iki defa Kahire’ye iniyordu. Ona heyecan veren bu koşuşturmadan yorulmadığı gibi büyük mutluluk duyuyordu.
Ancak 1934”ün kış mevsiminde, aziz arkadaşı ve kötü gün dostu Abbas Halim Paşa’nın vefat haberiyle ziyadesiyle sarsılmıştı. Bu sahavet-cömertlik sembolü, sadık arkadaşı ve kültür adamının defniyle meşgul olup evlatlarını teselli etti. Artık Akif için Büyük acıyı paylaşacak kimsesi kalmamış ve koca Kahire boşalıvermişti. Aziz arkadaşının vefatıyla sanki Mehmet Akif bir hayati organını kaybetmişcesine kendini eksik hissetmeye başladı.
Akif, sabah ve akşam yürüyüşleri dışında çalışma odasında sürekli okuyordu. Masa üstüne yerleştirdiği hediye gramofona taş plaklar sürüp memleket havalarıyla klasik müzik dinliyor, sonra da kendini ibadete vererek namaz ve zikre bol zaman ayırıyordu. 1935 yılının ilkbaharında Onun da sağlığı bozulmaya başladı.
Bir sabah kalktıklarında yüzü ve elleri solgundu.
Eşi İsmet Hanım:
–“…Efendi, galiba sen sarılık olmuşsun! “ diye Onu uyardı.
Akif, önce kollarına, sonra da aynada yüzüne dikkatle baktı, gözlerinin akı bile sararmıştı. Aynı gün Hilvan Bölge hastanesi-Müsteşfesinde bir hekime göründüler. Şiddetli baş ağrısı vardı, kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Kansızlıkla ilgili ilaç, vitamin hapları ve perhiz tavsiyeleriyle evlerine döndüler. Çok sıvı alacak ama tuzlu yemeyecekti. Birkaç gün içinde zayıfladı, gül yüzündeki pembelik soldu rengi koyulaşmaya başladı. Her gün artan halsiz, bitkin ve iştahsızdı.
El elden üstündü ve can tatlıydı, bir kere de Kahire’nin tanınmış hekimlerine muayene oldu, “müsteşfede” laboratuar tahliller tekrar yapıldı. Artık bazen kontrol, bazen de hacamat için başkentteki doktorlara taşınmaya başladılar.
Hastalık değişik bulgular veriyordu. Saatler süren karın ve baş ağrılarıyla birlikte, üşüme ve titreme nöbetleri, sırılsıklam terleten ve yine en az bir saat süren yüksek ateşle sonlanıyordu. Hastalığa bazıları Humma-i Muhrike diyordu. Karasu humması diyenlerin yanında, karaciğer ve dalağın büyüdüğünü, karın ve kol-bacak şişmelerine bakarak “Bu bir karaciğer hastalığı olan sirozdur !” diyorlardı. Nihayet yapılan konsultasyonla siroz teşhisi kesinleşti.
Mısır’ın yakıcı, subtropikal sıcaklarından uzak ve serin bir yerde “tebdil-i hava” yapmasına karar verildi. Hastanede doktorlarla, Hilvan’daki evinde, eşi ve çocuklarıyla müşavere edildi. En yakın ve en uygun mekan Beyrut idi.
Akif bavulunu hazırladı ve 1935 temmuzunun son haftasında İskenderiye’den kalkan ilk yolcu vapuruyla hareket etti. Saatler sonra, yamaçlarındaki sedir ormanlarının uzaklardan göründüğü Beyrut iskelesinde karaya ayak bastı. Tavsiye edilen doktor muayenesinde Akif’te sirozdan başka bir de Malarya, yani sıtma olduğu da ortaya çıktı.
Beyrut’ta kaldığı günler içinde İslâm’ın dört büyük müctehidinden biri olan Evzai’nin türbesine gidip fatihalar ikram ederek saygıyla ziyaret etti. Ertesi gün tekrar hekim kontrolünden geçti.
Aşı yapıldı ve yeni tedavi yöntemlerinin uygulanmasından sonra Beyrut ve Akdenize yüzlerce metre yukardan bakan ve yoğun sedir ormanlarıyla kaplı, Cebel-i Lübnan’ın en meşhur yaylası Suk-ul Garb köyüne çıktı. Havası bol oksijenli, suyu kaliteliydi. Diğer ülkelerden gelenlerle birlikte Akif de “Funduk el – Haccara “-Haccar Oteline-yerleşti.
İstanbul’a yazdığı mektuplarda hayatından memnun ifadeler okunmaktadır. Oysa Akifi Lübnan dağlarına savuran, yıpratıcı hastalığının doğurduğu ağır ve tahammülü zor zaruretlerdi. Bir mektubunda bunu vurguluyordu.
– “…Burada Mısır’ın sıcağıyla tozundan mahrumum. İlk gün bu mahrumiyeti hissettim. Lakin artık ona da alıştım…”
“…Misafir olduğum otel hayli kalabalık, maamafih dervişlerin Kesrette Vahdet dedikleri gibi, sırf kendi alemimde yaşıyorum…”
Gönüllü geziler yahut böyle doktor raporuyla “tebdil hava” gerektiren hastalıklar dolayısıyla mecburi seyahatler Akif’i bulunduğu yerden çabuk bıkan bir insan haline getirdi. Dost sohbetlerinde anlattığı, yalnızlığına hayran olduğu seyyah Abdurreşit İbrahim gibi gezmek istiyordu. Özellikle Hindistan ve İspanya’yı merak ediyordu. Arkadaşlarıyla yaptığı sohbetleri okuyucularıyla da paylaşmaktan mutluluk duyuyordu. Ama ömrü vefa etmedi.
15 Mayıs 2010 Cumartesi
Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Şehitlerine
Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
İstiklal Marşı ve Açıklaması
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Mehmet Akif Türk milletine cesaret,ve tahammül aşılamak için ve onda bulunan duyguları harekete geçirmek için şiirine korkma sözüyle başlıyor. Bayrak bir milletin bir milletin geleceğinin ve bağımsızlığının sembolüdür. Bayrağın sönmesi Türk milletinin istiklalini kaybetmesidir. Şair ülkemizde tek bir insan kalana kadar bu vatanı savunacağımızı belirtiyor. O halde en son Türk bireyi son nefesini vermeden Türk istiklal ve bağımsızlığını yok etmek, Türk bayrağını söndürmek mümkün değildir. Zira bayrağımız milletimizin yıldızıdır. Bayrağın kaderi ile milletimizin kaderi birbirine bağlıdır. Bayrak bizimdir, biz yaşadıkça onu elimizden kimse alamaz. Türk milletinin bütün fertlerini öldürmedikçe bağımsızlığını kimse yok edemez.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal!
Şair ikinci kıtada bayrağımızın o zaman ki kırgın, küskün, öfkeli halini dile getiriyor. Türk vatanının bazı parçaları, işgal edilmiştir. Bu yüzden bazı bölgelerde bayraklarımız indirilmiş yerine düşman bayrakları asılmıştır. Kaş çatmak öfke halini ifade eder. Kaş ayrıca edebiyatımızda hilale benzetilir. Sevgilinin kaşları daima hilal şeklinde gösterilmiştir. Bayraktaki hilal de tıpkı nazlı bir sevgilinin kaşı gibi çatılmıştır. Kahraman Türk milletini üzmektedir. Türkün beklediği, özlediği gülen bir bayraktır. Türk bayrağının gülmesi göklerde dalgalanmasıdır. Bir aşığın sevgilisinden güler yüz beklemesi gibi bağımsızlığa aşık Türk milleti de özgürlüğün sembolü olan bayraktan gülmesini beklemektedir. Bu milletimizin en doğal hakkıdır. Çünkü Türkler bağımsızlıkları ve bayrakları uğruna pek çok kan dökmüşlerdir. Bu kanları bayrağa helal etmeleri için onun da nazlanmayı bırakıp göklerde dalgalanması gerekir. Türk milleti daima Allah'a inandığı ve taptığı için özgürlük onun hakkıdır.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş Sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Şair 'ben' diyor.(Ancak kast ettiği mana aslında bizdir Türk milleti adına konuşmaktadır) Türk milleti ezelden beri hür yaşamıştır,hür yaşayacaktır. Onun özgürlüğünü elinden almak isteyen ancak çıldırmış olmalı,zira böyle bir harekete kalkışanlar ağır bir şekilde cezalandırılır. Türk milleti bağımsızlığı uğrunda önüne çıkacak her engeli aşacak güçtedir. O; böylesine yüce bir amaç için dağları delecek, enginlere sığmayıp,denizleri taşıracaktır güçtedir.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Bu kıtada şair vatanımızı istilaya kalkışan Avrupalılara meydan okuyor. 20. asrın başında Avrupa medeniyeti 19.yy. deki görkeminden oldukça uzaktır. O sebeple şair bayıyı tek dişi kalmış canavara benzetiyor. Ancak Avrupa mevcut teknik imkanlarını seferber ederek topuyla, tüfeğiyle, tankıyla bizi yok etmeye çalışmaktadır. Mehmetçik ise bu güce topla, tüfekle, mızrakla, kılıçla cevap vermeye çalışmaktadır. Avrupalı kendini çelik zırhla korurken Mehmetçik ona iman dolu Altın göğsüyle karşılık vermektedir.
Arkadaş! Yurdumu alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği Günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Şair kahraman Türk askerine hitap ediyor. Türk yurdunu alçakları uğratmaması için gerekirse canını feda etmesini öneriyor. Şehit gövdelerinin meydana getireceği siperler düşmana mani olacaktır. Mehmet Akif düşmanın çok kısa bir süre içinde bu hayasızca akına son vereceği Allah'ın Türk milletine Kuran-Kerimde vaat ettiği zafer gününün yarından bile daha yakın bir zamanda doğacağına inanmaktadır.
Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Şair Türk ordusuna vatanın kutsallığını hatırlatıyor. Toprak ile vatan arasında büyük bir fark vardır. toprağı vatan haline getiren onu elde etmek ve korumak için savaşan fertlerin varlığıdır. Kısacası sıradan bir toprak büyük bir değer taşımaz; ama vatan toprağı uğrunda şehit olan atalarımızın o topraktaki mezarlarıdır. Bu kutsal vatanı dünyalara değişmeyiz. Toprak dünyanın dünyanın her yerinde bulunur. Ancak atalarımızın kanlarıyla sulanan Topraklar vatanımız üzerindedir.
Kim bu cennet vatanının uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsında Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Bu vatan cennet kadar kıymetlidir. Şehit olanların ruhu dini inanışımıza göre doğrudan doğruya cennete gider. Şehitlerimiz bu vatan toprağında yattığı için cennetten farksızdır. Bir avuç toprağı sıksak şehitler fışkıracak sanırız. Canımızdan çok sevdiğimiz insanları varımızı yoğumuzu Allah alsında yalnız yaşadığımız sürece bizi vatanımızdan ayrı düşürmesin.
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
Allah'a şair hitap ediyor. Mehmet Akif'in Allah'tan tek dileği ibadet yerlerinin göğsüne düşman elinin değmemesidir. Camilerimizden okunan ezanlar sonsuza kadar Türk yurdunun üstünde inlemelidir. Çünkü bu ezanlar dinimizin temelidir.
O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Ezan sesleri yurdumuzun üstünde inledikçe şehitlerimizin de ruhları şaad olacaktır. Ezan sesi sadece yaşayanlara değil, ölülere hatta onların mezar taşlarına bile tesir eden yüce bir anlam taşır. Şehit atalarımızın her şeyden arınmış ruhları yerden fışkıracak, ezan sesiyle ayağa kalkacak ve dışa yükselecektir.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal!
Şair zafer gününün heyecanını yaşıyor. Şanlı bayrağımız dalgalandıkça gökyüzünü şafakla yarış edercesine gökyüzünü kızıl renge boyamaktadır. Türk milleti yeniden bağımsızlığına kavuşmuştur. Artık onun için yok olma korkusu kalmamıştır. Bayrağımız şehitlerimizin kanlarını hak etmiştir. Bağımsızlık Allah'a tapan ve doğruluktan ayırmayan Türk milletinin en doğal hakkıdır
12 Mayıs 2010 Çarşamba
İstiklalMarşını Nasıl Yazdı?
7 Mayıs 2010 Cuma
Bestelenmiş Eser İstiklal Marşı
MEHMET ÂKİF ERSOY’ UN BESTELENMİŞ ESERLERİ
Büyük vatan şairi, fikir ve mücadele adamı, ahlâk âbidesi Mehmet Âkif Ersoy’un milletine
armağanı, “Safahat” adlı anıt eseri; ölmez hatırası ise “Türkiye Cumhuriyeti İstiklal Marşı”dır.
Pek çok şâiri gibi, Mehmet Âkif’in manzumeleri zaman zaman ünlü bestekârlarımız tarafından
bestelenmiş manzumelerini konu edineceğiz. Bu besteleri şu şekilde sıralayabiliriz:
İstiklal Marşı
Türk İstiklal Savaşının devam ettiği günlerde Ankara’da Tâceddin Dergâhı’nda Mehmet
Âkif tarafından yazılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 12 Mart 1921 tarihli toplantısında
millî marş olarak kabul edilen İstiklal Marşı’nın bestelenmesi için Maârif Vekâleti (Millî Eğitim
Bakanlığı) tarafından bir yarışma açılmasına karar verildi. Tanınan süre sonunda Maârif
Vekâleti’ne elli beş adet marş bestesi ulaştı (Mayıs 1922). Marş bestekârları arasında Türk
müziğinin tanınmış isimleri bulunmaktaydı. Bu isimlerden bazıları şunlardır: Ali Rifat Çağatay,
Ahmet Yektâ Mardan, Rauf Yektâ Bey, Mehmet Zâti Arca, Kâzım Uz, İsmail Zühtü, Mustafa
Sunar, Sadettin Kaynak, Giriften Âsım Bey, Hüseyin Sadettin Arel, Muallim İsmail Hakkı Bey,
Abdülkadir Töre, Lem’i Atlı, Mehmet Suphi Ezgi, Osman Zeki Üngör.
İstiklal Savaşının devam eden günlerinde, ağırlaşan savaş şartları göz önüne alındığında
bu bestelerin değerlendirilmesi mümkün değildi. Bu süre içerisinde yurdun çeşitli bölgelerinde,
İstiklal Marşı’nın değişik besteleri okunmaya başlamıştı. Edirne ve civarında Ahmet Yektâ
Mardan, İzmir ve Eskişehir civarında İsmail Zühtü, Balıkesir ve yöresinde Hasan Basri Çantay,
İstanbul’un Rumeli yakasında Mehmet Zâtı Arca, Anadolu yakasında Ali Rifat Çağatay, Ankara
ve civarında ise Osman Zeki Üngör’ün besteleri okunmaktaydı. Bu” çok başlılık” görüntüsü
ortaya koyan durum ise hoşnutsuzluk yaratmaktaydı. İstiklal Savaşının zaferle
sonuçlanması’nın ardından, İstiklal Marşı bestelerinin değerlendirilerek bir sonuca gidilmesi
gündeme geldi. İstanbul’da Mûsiki Encümeni Reisi Ziya Paşa’nın başkanlığında kurulan bir
komisyona havale edilen eserler üzerinde yapılan çalışmalar 12 Temmuz 1923 tarihinde
tamamlandı ve Ali Rifat Çağatay’ın bestesi İstiklal Marşı olarak kabul edildi. 1930 yılına kadar
bu beste “Türkiye Cumhuriyeti İstiklal Marşı” olarak çalınıp söylendi. Aynı yıl Maârif Vekâleti
tarafından resmî kuruluşlara gönderilen bir genelge ile Riyâset-i Cumhur Musiki Heyeti şefi
Osman Zeki Üngör’ün İstiklal Marşı bestesinin resmî marş olarak kabul edildiği bildirildi. O
tarih’ten günümüze kadar aynı beste, Türkiye Cumhuriyeti Millî Marşı olarak çalınıp söylenmektedir.
1873 Mehmet Akif İstanbul Fatih Sarıgüzel'de doğdu
6 Mayıs 2010 Perşembe
Mithat Cemal KUNTAY
Baytar mektebindeyken, sınıf arkadaşı Hasan Efendiyle Akif o kadar dosttu ki birbirlerine söz veriyorlardı, ileride çoluk çocuk sahibi olurlarsa ölenin çocuklarına kalan bakacaktı. Bunu bana anlattığı sıralarda Akif genç ve Hasan Efendi, yaşlı olmakla beraber dinçti: Baytar mektebindeki bu fazilet mukavelesinin tatbikine çok vakit vardı. İçimden güldüm. Kendi kendime düşünüyordum: Mektepteyken insanlar, umumen, seciye kahramanıdırlar fakat yaş ilerleyip de insan hayata karışınca... Akif: - Ne düşünüyorsun? Dedi. - Hiç. Dedim. Aradan yıllar geçti. Meşrutiyette, Baytar Müdüriumumîsi Abdullah'ı, Ziraat Nazırı, derecesini indirerek başka yere kaydırdı. Akif, onun muaviniydi; öfkeleniyordu: Abdullah Bey Mon Pelye'de ziraat okumuştu. Ona karşı bu haksızlık reva mıydı? Bu öfke o kadar fazilet: Erdem, mukavele: Sözleşme, umumen: Bütünüyle, seci-ye: Karakter, Müdüriumumi: Genel Müdür şiddetliydi ki, anlıyordum, kendine ait olmayan bu haksızlıktan Akif kendi aleyhine bir netice çıkaracaktı. Nasıl ki, ertesi gün, Ziraat Nezaretindekî memuriyetinden istifa etti. Beylerbeyi'ndeki evinde kendi yağı ile kavruluyordu. O sırada, ona, her cuma, sabahtan gidiyordum: Kitap okuyorduk. Sabahtan gittiğim için de öğle yemeklerine ondaydım. îstifadan sonra mazeretler bularak yemeklerden sonra gitmeye başladım: Evin ıstırabı o derece belliydi. Bir cuma Akif'in evinde sekiz çocuk buldum. Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alırlar malûmdur. Evde sekiz kişilik bir kıyamet kopuyordu. Akif'in beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelmiş ufak misafirler olduğunu zannettim ve ertesi cuma bu çocuk gürültüsüyle artık karşılaşmam sandım. Fakat her cuma sekiz çocukla sofada aynı kıyamet kopuyordu. Akif de buna katlanıyordu. Bu üç çocuğun gelişi, Akif'in çocuklarına da fazla hürriyet vermişti. Bir cuma, sofada, çocuklardan birinin yanağını hıncımdan çimdikler gibi sıkarak, Akif e sordum: - Kim bu yavrular? Akif cevap vermedi. Odaya girince, bu üç ıstırabını, bu misafir çocuklarını Akif’le takılarak tebrik ettim. Akif in yüzü değişti: - Misafir çocukları değil, benîm çocuklarım! Dedi. Üç beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu? - Hasan Efendi öldü de..Dedi; ve bu çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, rahmetli Hasan Efendinin çocukları. Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hâlâ unutmayan bir çocuk.
Mithat Cemal KUNTAY
Ne Mehmet Akif ne Eşref Bey o gece uyuyabildiler... Mehmet Akif daha sonra, yine beraber geçen hayat safhalarında o geceyi daima hatırladı. Çünkü o gece Mehmet Akif, Çanakkale destanını yazmadan canını almaması için Allah'a yalvardı: Bu, bir çocuk yakarışı idi. Masum, tertemiz, hiçbir fâni hissin ucuna dokunamadığı bir yalvarış... Eşref Bey anlatır: Hayatımda, Mehmet Akif kadar vakar ve ciddiyetini muhafaza eden insanlara az rastlamışımdır: Bu, mücerret bir tevekkül duygusunun neticesi değildi: Kadere rıza gösterme felsefesinin yanında, dünya nimetlerine olan istiğnanın da tezahürü idi. Biz İstanbul'dan çıkarken, ailesine, Teşkilât-ı Mahsusa'nın hiçbir murakabe ve teftişe tâbi olmayan müstakil kasasından para bırakması için öyle ısrar etmiştim ki, beni reddederse kıracağını anladıktan sonra muvafakat etmiş ve emin olunuz, kızararak: - Siz ne isterseniz yapınız. Rica ederim, bu mevzulara beni muhatap yapmayınız., demişti. Fâni nimetler için bu kadar müstağni bir insanın, şahsî mevzular üzerinde hassas olmaması mümkün müydü? El-Muazzam istasyonundaki o çöl gecesi, heyecan ve edebî kudretini, vatanının ve milletinin saadeti, istiklâli, fazileti uğruna vakfetmiş büyük bir şairin, rabbani ve ilâhî olduğuna şüphe olmayan heyecan ve vecdi andıran istiğrakına şahit oldu. Akif, âdeta cezbe hâlinde idi... Çok az konuşan bu büyük şair, şimdi, bir çağlayan hâlinde idi. Benimle değil, âdeta kendi kendisine konuşuyordu: Milletinin büyüklüğüne, kahramanlığına, yiğitliğine inanmıştı. İnanıyordu... Medeniyet ve teknik, işte bütün vasıtalarıyla Çanakkale'ye yığılmıştı: Para, vasıta, malzeme, insan, her şey boldu. Ya biz? Biz bunların sadece birisinden değil, her şeyinden mahrumduk. Neyimiz vardı? Mehmetçiğin imânı.... Âsım'ın nesli dediği ve babasının talebesi Köse İmam'ın oğlu olan Âsim, 1914-1918 Birinci Dünya Harbi'nin ve daha sonra 1918-1932 Millî Mücadele devrinin destanını yaratmış olan o eşsiz, o fedakâr, o kahraman neslin bir örneği idi: Çanakkale'de, Sarıkamış'ta. Galiçya'da, Filistin'de, daha sonra İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da kahramanlık destanı yaratmış olan o bulunmaz nesil, Âsım'ın nesli idi... Akif o gece. bu neslin maddî manevî terkibini, gelecek nesillere anlatmadan canını almaması için Allah'a yalvardı. Hem nasıl yalvarış!.. Kalın, davudi, erkek bir sesi vardı. Kelimelerin ve harflerin hakkını vererek konuşurdu. Âdeta, kendi nefsine karşı ant içiyor ve bu ahdi, gönülden inandığı Tanrının yüce varlığına iletiyordu: - Yarabbi!.. Bana bu destanı bir âciz kulunun ifadesinin azamîsi içinde yâd edebilmenin saadet ve imkânını bahşet. Bu ulvî vazifeyi bana nasip et, sonra emanetini al. Yarabbi!.. Bana bu lütfü çok görme. În'am ve ikramının namütenahi hazinesinden bu âciz kulunun şu duasını bargâh-ı ulûhiyetinde kabul eyle... Ve, duası, hıçkırıklarla kesiliyordu. Sabahı böylece bulduk. Onu teskin etmek ne mümkündü ne de aklıma böyle bir müdahale geliyordu. Bu, bir heyecan ve ilham manzarası idi ve ben onu görebilmiş olmakla mübâhi mahdut fânilerden idim. Sesim değil, nefesim çıkmıyordu: Şimdi sizlere bir hakikati iblâğ edeyim... Çanakkale Destanını Mehmet Akif, Hicaz yolculuğu devam ederken, daha yolda yazdı ve ancak ondan sonradır ki, tabiî hüviyetine girebildi.
Hasan Basri ÇANTAY
Evet, ona tam bir İslâm şairi diyebiliriz. Kuvvetli, imanlı, ateşli bir İslâm şairi! Fakat, Türk daima başta kalmak şartıyla. Dört lisanı edebiyatıyla bilen Akif, Türk olarak yazdı, Türk olarak düşündü, Türk olarak yaşadı ve nihayet Türk olarak öldü. Akif'in bir vak'asını hatırlarım: İlk millî kaynaşma ve savaşlarda üstat Balıkesir'e gelmişti. Onun samimî arkadaşlarından biri Gönen'e teşkilât kurmaya gitmişti. Dönüşünde o arkadaş dedi ki: - ( )'ler Türklere cefa ediyorlar. Millî teşkilâtı boğmaya çalışıyorlar. Akif'in o zaman hiç düşünmeden, kükreyerek verdiği cevap şudur: - Orada bir Türk Ocağı açınız ve mücadele ediniz! Akif'in beraberinde bulunan İstanbul'dan gelen bir kişi, Üstat, sizi Türkçü görüyorum. demek istedi. Akif'in ağzından alev gibi şu kelimeler çıktı: - Ya ne zannediyorsun? Türk'e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem!
Mehmet Akif Ersoy'dan Anılar
Mithat Cemal KUNTAY
Akif için kelimelerin mefhumu tek, bu mefhumların rengi tekti. Renkler kalın çizgilerle ayrılmıştı. Birinin nerede başlayıp ötekinin nerede bittiği belli olmayan ve bir mefhuma girmiş iki renk onun dünyasında yoktu. Bir işin takribenligi onun gözünde yalan kadar çirkindi. Kırmızıya pembe diyorsanız cürümdü, ona dörtte gidecek de dördü on geçe gitmişseniz, geç kaldığınız bu on dakika kabahatti. Bundan, o, kocaman bir namus mefhumu çıkarıyordu. Ben de bu iri yarı namusa bazan kızıyor, bazan gülüyordum. Treni kaçıramazdınız: Namusa mugayirdi. Meşrutiyetin ilk seneleri, bir cuma, adam boyu kar yağdı. O gün Akif in hazzetmediği şeyler işlemedi. Araba, tramvay, şimendifer ve vapur... Çapa'daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmediler. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken nihayet kapı çalındı; fakat... Akif Bey gelmişti! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım. Nasıl geldiğine hayret ettim: Beylerbeyi'nden nasılsa Beşiktaş'a bir vapur işlemişti. 'Bu kadar mı? dedim. Tabi ki bu kadardı. Ve tabi ki Beşiktaş'tan Çapa'ya işleyen bir şey yoktu; ancak bunu sormaya lüzum yoktu; çünkü Beşiktaş'tan Çapa'ya bu havada insanlar yürüyerek de gelirdi. Bu karda, tipide yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça Akif de benim hayretime şaşıyordu: Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim. İnsanların birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması, o gün beni ürküttü. - Akif, dedim; sen eğer verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan bana izin ver de ben bu türlü anlamayım. Benim verdiğim sözün şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur! - Ben böyleyim! dedi. - Ben de böyleyim! dedim. Bu vak'adan sonra ona söz vermekten korktum. Dediğini gibi onun gözünde ne karayel fırtınası, ne diz boyu kar mazeret-i meşrua değildi.
-Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem. Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım.
-Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırtmasın.
-Artık ikiyüzlüleri sevmeye başladım. Çünkü yaşadıkça yirmiyüzlü insanlar görmeye başladım.
-Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak, alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
-Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir, Çalış, çalış ki beka sa’y olursa hak edilir.
-Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne.
-Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz. Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz.
-Budur cihanda en beğendiğim meslek; sözün odun olsun hakikât olsun tek.
-Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer yedi iklimi cihanın duruyor karşısında, Ostralya ile beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk; sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
-Hatırlar mısın? Doğduğun zaman, sen ağlardın gülerdi alem. Öyle bir yaşam sür ki, mevtin sana hande olsun. Halka matem...
-Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır. Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
-Sahipsiz vatanın batması haktır, sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır.
-Şehamet dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır.
-Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.
-Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor.
-Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı?
-Yumuşak huylu isem kim demiş uysal koyunum; kesilir belki ama çekmeye gelmez boynum.
-Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
İnmemiştir Kur'an, bunu hakkıyla bilin,Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.
-Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
-24 saatden birini hakka vermeyen insan denilir mi?
-Adamın biri Akif'e yaklaşarak sorar: -Affedersiniz,sizin için baytar diyorlar. Akif hiç istifini bozmadan cevap verir:-Evet,yoksa bir yeriniz mi ağrıyordu?
Mehmet Akif Ersoy'un Az Bilinen 13 Özelliği
1) Çok iyi derecede Arapça bilirdi, ama sesinde Arapça yoktu; halis ve akıcı bir cengâver Turkce'siyle konuşurdu,
2) Arap edebiyatına çalışırken Akif bakar ki şevâhid hep âyetler Telmihler de öyle Ve nihayet başka türlü olmayacağını anlayınca 6 ayda Kurân'ı ezberledi
3) Mısırda bazen bütün Ramazan hatimle teravih kıldırırdı Fakat bu teravih namazlarına her zaman cemaat bulamaz, oğlu Tahir'in önüne cemaat diye geçip imam olurdu Hatimle kıldırılan bu teravih namazları uzayınca Akif "Bazen arkama dönüp bakıyordum, o da kaçmış!" derdi
4) 18 yaşındaki Mithat Cemal, Âkifle yürürken bir şiirini okumuş Uzun bir sessizlik olmuş Şiiri tekrar okumasını İstemiş Akif Mithat Cemal tekrarlamış Bu esnada Mithat Cemal sormuş; "Neden şiirlerinizi kitaplaştırmıyorsunuz?" Akifin cevabındaki nezâkete dikkat edin: "Ben şiirlerimi ne diye bastırırım? Siz bu yaşınızda benden güzel yazıyorsunuz!"
5) Caddelerden daima kaçar, evine ve işine tenhâ sokaklardan giderdi Caddeden geçmeye mutlaka mecbursa, gözlerini meçhul bir noktaya diker, caddeyi kendi hesabına tenhâ bir sokak hâline getirirdi
6) Kuvvet şımarıklığı en İğrendiği şeydi Kendisine haksız yere ve ağız dolusu söven bahçıvanı önce dövmüş, sonra da bir taşın üstüne oturup ağlamıştı
7) Mithat Cemal'in Âkifle İlgili şu tesbiti enteresandır "Akif hayatımın 33 senesidir Bu 33 senede o, bir tek defa bayağı olmadı Onun iç yüzüne baktığım vakit gökyüzüne, denize bakar gibi ferahlardım Sonra 63 senelik hayatını öğrendim; bu ne berrak 63 senedir, siyah ve pis tek bir dakikası yoktur'"
8) Eserinin beğenilmesi onu çocuk gibi utandırırdı, başka yere bakardı
9) Kütüphanesindeki kitapların tamamını okumuştu Bir kitabı önce toptan, sonra tenkit ederek okur; dördüncü okuyuşta bâzı tesbitler yapardı Az eseri çok okurdu
10) Bir işin "takriben" Akif' e yalan kadar çirkindi Kırmızıya pembe diyorsanız cürümdü Ona dörtte gidecekken dördü çeyrek geçe gitmişseniz, geç kaldığınız bu 15 dakika kabahatti,
l1) Yine Mithat Cemal'in bir tesbiti vardır: "Dalkavukluk etmeyen adam gördüm; fakat dalkavukluktan hoşlanmayan adam görmedim Bunun bir müstesnası vadır: Akif"
12) Akif için dört şey çamur kadar pisti; Cimrilik, ikbal şımarıklığı, kibir, maddî pislik
13) Şöyle anlatırdı: "Bir ingiliz'e sormuşlar; Bu kadar an'aneci (gelenekçi) olduğunuz halde nasıl terakki" ettiniz? ingiliz cevap vermiş: Bizde en yeni an'ane 600 seneliktir, en eski teceddüd (yenilik) 6 saatlik" Akif de böyleydi, 14 asırlık an'aneyle 14 saatlik teceddüdün beraber yürümesini isterdi