18 Mayıs 2010 Salı

Mehmet Akif'in Hastalığı



M. Akif Mısır Hilvandaki hayatını “inziva ve itikaf” diye adlandıran Akif, iç dünyasını zenginleştiren bu yalnızlığından razıydı, mutluydu ve memnundu. Daha çok genç kuşakları yüreklendiren vurgularla, hamaset ve sosyal ağırlıklı dizeler Anavatanda yazılmıştı. Manevi yükselişle birlikte iç dünyasını sorgulayan tasavvufi şiirleri ise Nil kıyılarında ve El-Ezher avlusunda kaleme aldı. Kıpti ve Nobyan gençlere Mısır Üniversitesinde Türkçe öğretmek ve Türk edebiyatı dersi vermek için düzenli olarak, haftada iki defa Kahire’ye iniyordu. Ona heyecan veren bu koşuşturmadan yorulmadığı gibi büyük mutluluk duyuyordu.


Ancak 1934”ün kış mevsiminde, aziz arkadaşı ve kötü gün dostu Abbas Halim Paşa’nın vefat haberiyle ziyadesiyle sarsılmıştı. Bu sahavet-cömertlik sembolü, sadık arkadaşı ve kültür adamının defniyle meşgul olup evlatlarını teselli etti. Artık Akif için Büyük acıyı paylaşacak kimsesi kalmamış ve koca Kahire boşalıvermişti. Aziz arkadaşının vefatıyla sanki Mehmet Akif bir hayati organını kaybetmişcesine kendini eksik hissetmeye başladı.


Akif, sabah ve akşam yürüyüşleri dışında çalışma odasında sürekli okuyordu. Masa üstüne yerleştirdiği hediye gramofona taş plaklar sürüp memleket havalarıyla klasik müzik dinliyor, sonra da kendini ibadete vererek namaz ve zikre bol zaman ayırıyordu. 1935 yılının ilkbaharında Onun da sağlığı bozulmaya başladı.


Bir sabah kalktıklarında yüzü ve elleri solgundu.


Eşi İsmet Hanım:


–“…Efendi, galiba sen sarılık olmuşsun! “ diye Onu uyardı.


Akif, önce kollarına, sonra da aynada yüzüne dikkatle baktı, gözlerinin akı bile sararmıştı. Aynı gün Hilvan Bölge hastanesi-Müsteşfesinde bir hekime göründüler. Şiddetli baş ağrısı vardı, kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Kansızlıkla ilgili ilaç, vitamin hapları ve perhiz tavsiyeleriyle evlerine döndüler. Çok sıvı alacak ama tuzlu yemeyecekti. Birkaç gün içinde zayıfladı, gül yüzündeki pembelik soldu rengi koyulaşmaya başladı. Her gün artan halsiz, bitkin ve iştahsızdı.


El elden üstündü ve can tatlıydı, bir kere de Kahire’nin tanınmış hekimlerine muayene oldu, “müsteşfede” laboratuar tahliller tekrar yapıldı. Artık bazen kontrol, bazen de hacamat için başkentteki doktorlara taşınmaya başladılar.


Hastalık değişik bulgular veriyordu. Saatler süren karın ve baş ağrılarıyla birlikte, üşüme ve titreme nöbetleri, sırılsıklam terleten ve yine en az bir saat süren yüksek ateşle sonlanıyordu. Hastalığa bazıları Humma-i Muhrike diyordu. Karasu humması diyenlerin yanında, karaciğer ve dalağın büyüdüğünü, karın ve kol-bacak şişmelerine bakarak “Bu bir karaciğer hastalığı olan sirozdur !” diyorlardı. Nihayet yapılan konsultasyonla siroz teşhisi kesinleşti.


Mısır’ın yakıcı, subtropikal sıcaklarından uzak ve serin bir yerde “tebdil-i hava” yapmasına karar verildi. Hastanede doktorlarla, Hilvan’daki evinde, eşi ve çocuklarıyla müşavere edildi. En yakın ve en uygun mekan Beyrut idi.


Akif bavulunu hazırladı ve 1935 temmuzunun son haftasında İskenderiye’den kalkan ilk yolcu vapuruyla hareket etti. Saatler sonra, yamaçlarındaki sedir ormanlarının uzaklardan göründüğü Beyrut iskelesinde karaya ayak bastı. Tavsiye edilen doktor muayenesinde Akif’te sirozdan başka bir de Malarya, yani sıtma olduğu da ortaya çıktı.


Beyrut’ta kaldığı günler içinde İslâm’ın dört büyük müctehidinden biri olan Evzai’nin türbesine gidip fatihalar ikram ederek saygıyla ziyaret etti. Ertesi gün tekrar hekim kontrolünden geçti.


Aşı yapıldı ve yeni tedavi yöntemlerinin uygulanmasından sonra Beyrut ve Akdenize yüzlerce metre yukardan bakan ve yoğun sedir ormanlarıyla kaplı, Cebel-i Lübnan’ın en meşhur yaylası Suk-ul Garb köyüne çıktı. Havası bol oksijenli, suyu kaliteliydi. Diğer ülkelerden gelenlerle birlikte Akif de “Funduk el – Haccara “-Haccar Oteline-yerleşti.


İstanbul’a yazdığı mektuplarda hayatından memnun ifadeler okunmaktadır. Oysa Akifi Lübnan dağlarına savuran, yıpratıcı hastalığının doğurduğu ağır ve tahammülü zor zaruretlerdi. Bir mektubunda bunu vurguluyordu.


– “…Burada Mısır’ın sıcağıyla tozundan mahrumum. İlk gün bu mahrumiyeti hissettim. Lakin artık ona da alıştım…”


“…Misafir olduğum otel hayli kalabalık, maamafih dervişlerin Kesrette Vahdet dedikleri gibi, sırf kendi alemimde yaşıyorum…”


Gönüllü geziler yahut böyle doktor raporuyla “tebdil hava” gerektiren hastalıklar dolayısıyla mecburi seyahatler Akif’i bulunduğu yerden çabuk bıkan bir insan haline getirdi. Dost sohbetlerinde anlattığı, yalnızlığına hayran olduğu seyyah Abdurreşit İbrahim gibi gezmek istiyordu. Özellikle Hindistan ve İspanya’yı merak ediyordu. Arkadaşlarıyla yaptığı sohbetleri okuyucularıyla da paylaşmaktan mutluluk duyuyordu. Ama ömrü vefa etmedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder