18 Mayıs 2010 Salı

Mehmet Akif'in Ölümü







Mehmet Akif Ersoy'un Kabri

İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif Ersoy, 26-27 Aralık 1936 gecesi vefat etmiş ve ertesi gün Bayezit Camiinde kılınan cenaze namazını müteakip, vasiyeti üzerine Edirnekapı kabristanında Baban-zade Ahmed Naim Bey'in kabri yanına defnedilmiştir.

Midhat Cemal Kuntay'ın Mehmed Akif Bey'le ilgili eserinden öğrendiğimize göre, İstiklal Marşı şairimizin tabutu Bayezit Camiine çıplak getirilmiş; ancak, kadir-şinas üniversite gençliği Akif'in tabutunu "al-sancakla siyah Kabe örtüsüne" sarıp eller üzerinde Edirnekapı'ya kadar götürerek onu "İstaiklal Marşı" ile vatan toprağına gömmüşlerdir!

Remi makmaların, bu arada üniversite idarecilerinin, basının ve kültür çalışmaları gayesiyle kurulduğu yazılıp söylenen halkevlerinin İstiklal Marşı şairimizin cenazesinde gösterdikleri lakaydi, Akif'in vefatından sonra da devam etmiş ve bir toprak yığını halinde kalan Mehmed Akif Bey'in kabrini, vefatının yıl dönümü dolayısıyla ziyarete giden üniversiteli gençler, ancak mezarcının yardımıyla bulabilmişlerdir!

Millete hediye edip, "O benim değil milletimin malıdır" diyerek Safaha'tına almadığı İstiklal Marşı'nı her gün okuduğumuz Akif'in kabrini bir mezarcının yardımıyla bulabilmek, o yıllarda bütünüyle milli şuura sahip üniversite gençliğine pek giran gelmiş ve hemen harekete geçen bu temiz, tertemiz memleket evlatları, harçlıklarından artırabildikleri üç-beş kuruşla hemen bir broşür hazırlayıp yayınlamışlardır. 1938 yılının ilk aylarında yayınlanan, kuşe kağıda basılmış on altı sayfalık broşüre o devirde "bir lira" gibi pek yüksek bir fiyat konmuş ve gençler bu broşürün geliriyle Akif'e mütevazi bir kabir yaptırmaya teşebbüs etmişlerdir!

Kapak klişesini sayfalarımızda gördüğümüz bu broşür içindeki on makale tamamen üniversiteli gençler tarafından hazırlanmış ve kadir-şinas gençlik, broşürün "önsözü"nde gayretlerini şu samimi satırlarla anlatmışlardır:

"Okuyucu, bu küçük broşüre Akif'in genç duygularla yapılmış bir mezarı diyebilirsin. Duyduk, düşündük ve kadir-şinas Türk gençliğinin hissiyatını bu küçük broşürde topladık. Böylece Akif, kendi mezarını yine kendi yapmış oluyor; çünkü, biz bir vasıta olmaktan başka bir şey değiliz. Broşüre imza koyanların başka bir iddiası yoktur. Onlar sadece kalplerdeki Akif sevgisini tazelemek ve ona sevgilerden yapılmış bir mezar meydana getirmeyi düşündüler. Okuyanlar, içinde Akif'in sesini duyacak ve sevgisini bulacaklardır."

"Bu broşürün içinde okuyacağınız yazıların yegane ve bir ağızdan ifadesi sadece, Mehmed Akif, taşsız bir avuç toprak altında yatıyor. Ona vaadimiz olan mermer taşı dikelim!'dir. İş başına arkadaşlar! Damla damla göl olur. Mermer makberinin önünde toplanacağımız ve bir minnet ve şükran vazifesini başaracağımız güne hazırlanalım."

Gençlik, bu acı feryattan sonra Akif'in mermer kabri önünde toplanabilmek için uzun müddet beklemedi! Memleketimizin en eski, köklü ve güçlü talebe cemiyeti olan Milli Türk Talebe Birliği'nden feyz almış kadir-şinas gençliğin, Akif'in kabri mevzuundakibu derin hassasiyeti, bir müddet sonra, her nasılsa devrin Maarif Vekaletini de ilgilendirmiş ve mezar başında İstiklal Marşı'mızın ilk kıtası yazılı olan Mehmet Akif Bey'in kabrinin temeli Akif'in vefatının ikinci yıldönümünde yine üniversite gençliği tarafından atılmıştır!

Vasiyeti üzerine Baban-zade Ahmed Naim Bey'in yanına gömülen Akif'in kabri, 23 Mayıs 1962'de buradan kaldırılarak, yine Edirnekapı'da bulunan şehitliğe nakledilmiştir. Bu nakil dolayısıyla, o gün saat 15'te dini ve askeri büyük bir merasim düzenlenmiş ve şehitlikte Akif'in kabrinin bulunduğu bugünkü pek bakımlı mahall'e "Mehmed Akif Ersoy Meydanı" adı verilmiş ki, bu meydan, Çanakkale savaşında yaralanan ve tedavi için İstanbul hastanelerine nakledilip burada vefat eden gazilerimizin kabirleriyle kuşatılmıştır.

Mehmet Akif Bey'i bugün bu vesile ile rahmetle anarken, onun hakkında söylenmiş nefis bir sözü bir daha tekrarlayalım:

"Akif inandı, dönmedi ve öyle öldü!"

Mehmet Akif Ersoy'un Son Röportajı



İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy'la vefatından önce yapılan son röportajı . İşte o röportaj!

1 Temmuz 1936 yılında Yedigün dergisi adına muhabir –yazar Kandemir bey Taksim`deki Mısır apartmanında hasta yatağında yatan M.Akif Ersoy’u ile röportaj yapmak için merdivenlerden çıkarken M.Akif ile vefatından önceki son röportajı yapacağını bilmez.
Netpano 69 yıl sonra bu röportajı arşivlerden bulup sizin için tekrar gün yüzene çıkartık.

Türk Edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu.Fakat İstiklal Marşı’nın milli his,milli heyecan ve milli şiir yaratan bu büyük şairi akif yurda hasta döndü.Şimdi hastanede tedavi altındadır.Yedigün muharriri Akif’le konuştu.Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını,intibalarını topladı.

Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda,işte bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun,mecalsiz ve bitap yatıyor.Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze,bu gevşemiş,şarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum

-Özledin mi bizi üstat ?

dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile,bu zehir gibi gülümseyişiyle her şeyi söylemiş olurdu.



Özlemek mi oğlum..Özlemek mi ?
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu;
Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece otuz asır kadar uzun sürdü..Orada on bir yıl kaldım ..fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım…

-Hasret

Kupkuru dudaklarında kendi gibi solgun bir ses sızıyor;

-….Çok acı…

-






Ya kavuşmanın sevinci ?

-Onu sorma oğlum…Onu ben kendi kendime bile soramıyorum..ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm.hiç bir şey göremedim.

-Ve kendi kendine söylüyor;

-Cennet gibi yurdumdayım ya..Çok şükür.

Hastalığı akla geliyor;
Karaciğerim, dalağım şişmiş..geldik, yattık burada .Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
Eski hatıralarını deşiyorum.Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımız hatırlıyorum.
Evet diyor.İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım.Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, oradan’Cuma’yı tuttuk.O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarında geçtik, kah öküz arabalarıyla, kah beygirlerle lefke’ye geldik ve trenle Ankaraya ulaştık..

Ankara Yarabbi ne heyecanlı gün..Ya Sakarya günleri..fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydi ? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz..Fakat imanımız büyüktü’
Yorgun ,susuyor..

-İstiklal marşı`nı nasıl yazdınız ?

Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor;

-Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!...
Bu ümitle, imanla yazılır.O zamanı düşünün..İmanım olmasaydı yazabilir miydim.zaten ben,başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez.İçimde ne varsa,bütün duygularım yazılarımdadır..Şu var ki’İstiklal Marşı`nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihi bir değeri vardır’

Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.
Kim bilir belki yarın,belki yarından da yakın

-Ya büyük zafer üstadım..O anda ne duydunuz ?

Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek;

-Ah diyor;

Ve bir lahza bırakıyor kendini bu essiz sevincin koynuna..Dalıyor

Ve ,sesini ta içiten dudaklarına dökülüşünü seziyorum;

-Allahım ne muazzam zaferdi o’ ortalık hercümerç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu.
Tekrar gözlerini yumuyor.

-ve biz mest olduk !...

-O zaman bir şey yazmadınız mı ?

-Artık benim ne düşünecek,ne duyacak,ne yazacak hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu.Ordu, bizzat yazıyordu.

Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir birde fasıla veriyorlar.Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor,şimdi ,o ağır ağrı çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor;




-Mısırda nasıl vakit geçirdiniz ?

-Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bi köşedir. Orada oturdum.
Zaten,tab’an münzevi bir adamım.gürültüyü sevmem.İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da darülfunun işi çıkıncaya kadar Helvan ‘da yaşadım.son zamanlarda kahireye indim.

-Sevdiniz mi mısır’ı ?

-Var güzel tarafları var.. Bilhassa kışın..hoş yazın da sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım.Orada sıcak da sürekli değişir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz..fakat bir yaz günü İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm ,büyün dostlarımın yaşadıkları İstanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…


-Mısır’da neler yazdınız ?


Geçmişten adam hisse kaparmış..Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi ?
Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi ?
Ve üstadın Helvan’sa yazdığı

‘Firavunla Yüz Yüze’s,nden şu son parçayı alıyorum;
Bileydim,ey koca Mısır’ın ilahi uryanı!
Mezara, heykele ait bütün bu velveleler
Bekan için mi hakikat ? Meramın oysa, heder;
Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli
Fakat bu hakı ne taştan, ne leşten istemeli!


-Kolay mı yazarsınız ?


dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek;
-hayır..diyor
Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor;
-Çok uğraşırım..Epeyi çalışırım..Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim..nihayet kağıt üzerine naklederken de hayli yorulurum..


-Zevklerimizi sorabilir miyim üstadım ?


Hafifçe gülümsüyor.ve ‘ zevk’ diye dünyada bir şey var mı der gibi yüzüme bakıyor;

-Zevk mi.Benim zevklerim mi ? eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse..eh benim de zevklerim var demektir.
Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor.;
Siz yorulmayın..ben vereyim.

-Yiyemeyeceğim..

-Bir parça sütlaç..

-Mümkün değil..Rica ederim ısrar etmeyin..
ve bana dönüyor.

Eskiden beri yemekle başım hoş değildir..Sigara da içmem..

Şimdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar..zorla ne olur ki, yemek yenebilsin.

Tekrar yatağına geçince, ben de vedaya hazırlanıyorum.ve ayak üstünde soruyorum:


-Neler yazacaksınız?


-biraz kendime gelirsem,yazacak şeylerim hazır..
eliyle birkaç defa başına vuruyor.

-Var kafamda hazırlanmış mevzularım


-Ya en son yazınız ?




-Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi gölgem de upuzun,kumlarda duruyordu.Bu resmin altına şöyle yazmıştım;

Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak
Ve kupkuru kalın dudaklar birbirine yapışıyor

Mehmet Akif'in Hastalığı



M. Akif Mısır Hilvandaki hayatını “inziva ve itikaf” diye adlandıran Akif, iç dünyasını zenginleştiren bu yalnızlığından razıydı, mutluydu ve memnundu. Daha çok genç kuşakları yüreklendiren vurgularla, hamaset ve sosyal ağırlıklı dizeler Anavatanda yazılmıştı. Manevi yükselişle birlikte iç dünyasını sorgulayan tasavvufi şiirleri ise Nil kıyılarında ve El-Ezher avlusunda kaleme aldı. Kıpti ve Nobyan gençlere Mısır Üniversitesinde Türkçe öğretmek ve Türk edebiyatı dersi vermek için düzenli olarak, haftada iki defa Kahire’ye iniyordu. Ona heyecan veren bu koşuşturmadan yorulmadığı gibi büyük mutluluk duyuyordu.


Ancak 1934”ün kış mevsiminde, aziz arkadaşı ve kötü gün dostu Abbas Halim Paşa’nın vefat haberiyle ziyadesiyle sarsılmıştı. Bu sahavet-cömertlik sembolü, sadık arkadaşı ve kültür adamının defniyle meşgul olup evlatlarını teselli etti. Artık Akif için Büyük acıyı paylaşacak kimsesi kalmamış ve koca Kahire boşalıvermişti. Aziz arkadaşının vefatıyla sanki Mehmet Akif bir hayati organını kaybetmişcesine kendini eksik hissetmeye başladı.


Akif, sabah ve akşam yürüyüşleri dışında çalışma odasında sürekli okuyordu. Masa üstüne yerleştirdiği hediye gramofona taş plaklar sürüp memleket havalarıyla klasik müzik dinliyor, sonra da kendini ibadete vererek namaz ve zikre bol zaman ayırıyordu. 1935 yılının ilkbaharında Onun da sağlığı bozulmaya başladı.


Bir sabah kalktıklarında yüzü ve elleri solgundu.


Eşi İsmet Hanım:


–“…Efendi, galiba sen sarılık olmuşsun! “ diye Onu uyardı.


Akif, önce kollarına, sonra da aynada yüzüne dikkatle baktı, gözlerinin akı bile sararmıştı. Aynı gün Hilvan Bölge hastanesi-Müsteşfesinde bir hekime göründüler. Şiddetli baş ağrısı vardı, kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Kansızlıkla ilgili ilaç, vitamin hapları ve perhiz tavsiyeleriyle evlerine döndüler. Çok sıvı alacak ama tuzlu yemeyecekti. Birkaç gün içinde zayıfladı, gül yüzündeki pembelik soldu rengi koyulaşmaya başladı. Her gün artan halsiz, bitkin ve iştahsızdı.


El elden üstündü ve can tatlıydı, bir kere de Kahire’nin tanınmış hekimlerine muayene oldu, “müsteşfede” laboratuar tahliller tekrar yapıldı. Artık bazen kontrol, bazen de hacamat için başkentteki doktorlara taşınmaya başladılar.


Hastalık değişik bulgular veriyordu. Saatler süren karın ve baş ağrılarıyla birlikte, üşüme ve titreme nöbetleri, sırılsıklam terleten ve yine en az bir saat süren yüksek ateşle sonlanıyordu. Hastalığa bazıları Humma-i Muhrike diyordu. Karasu humması diyenlerin yanında, karaciğer ve dalağın büyüdüğünü, karın ve kol-bacak şişmelerine bakarak “Bu bir karaciğer hastalığı olan sirozdur !” diyorlardı. Nihayet yapılan konsultasyonla siroz teşhisi kesinleşti.


Mısır’ın yakıcı, subtropikal sıcaklarından uzak ve serin bir yerde “tebdil-i hava” yapmasına karar verildi. Hastanede doktorlarla, Hilvan’daki evinde, eşi ve çocuklarıyla müşavere edildi. En yakın ve en uygun mekan Beyrut idi.


Akif bavulunu hazırladı ve 1935 temmuzunun son haftasında İskenderiye’den kalkan ilk yolcu vapuruyla hareket etti. Saatler sonra, yamaçlarındaki sedir ormanlarının uzaklardan göründüğü Beyrut iskelesinde karaya ayak bastı. Tavsiye edilen doktor muayenesinde Akif’te sirozdan başka bir de Malarya, yani sıtma olduğu da ortaya çıktı.


Beyrut’ta kaldığı günler içinde İslâm’ın dört büyük müctehidinden biri olan Evzai’nin türbesine gidip fatihalar ikram ederek saygıyla ziyaret etti. Ertesi gün tekrar hekim kontrolünden geçti.


Aşı yapıldı ve yeni tedavi yöntemlerinin uygulanmasından sonra Beyrut ve Akdenize yüzlerce metre yukardan bakan ve yoğun sedir ormanlarıyla kaplı, Cebel-i Lübnan’ın en meşhur yaylası Suk-ul Garb köyüne çıktı. Havası bol oksijenli, suyu kaliteliydi. Diğer ülkelerden gelenlerle birlikte Akif de “Funduk el – Haccara “-Haccar Oteline-yerleşti.


İstanbul’a yazdığı mektuplarda hayatından memnun ifadeler okunmaktadır. Oysa Akifi Lübnan dağlarına savuran, yıpratıcı hastalığının doğurduğu ağır ve tahammülü zor zaruretlerdi. Bir mektubunda bunu vurguluyordu.


– “…Burada Mısır’ın sıcağıyla tozundan mahrumum. İlk gün bu mahrumiyeti hissettim. Lakin artık ona da alıştım…”


“…Misafir olduğum otel hayli kalabalık, maamafih dervişlerin Kesrette Vahdet dedikleri gibi, sırf kendi alemimde yaşıyorum…”


Gönüllü geziler yahut böyle doktor raporuyla “tebdil hava” gerektiren hastalıklar dolayısıyla mecburi seyahatler Akif’i bulunduğu yerden çabuk bıkan bir insan haline getirdi. Dost sohbetlerinde anlattığı, yalnızlığına hayran olduğu seyyah Abdurreşit İbrahim gibi gezmek istiyordu. Özellikle Hindistan ve İspanya’yı merak ediyordu. Arkadaşlarıyla yaptığı sohbetleri okuyucularıyla da paylaşmaktan mutluluk duyuyordu. Ama ömrü vefa etmedi.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Şehitlerine


Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Şehitlerine

Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.